MAGAZİN GAZETE DERGİ TV | Türkiye'nin En Kolay Okunan Haber Magazin Sitesi

21 Kasım 2024 Perşembe 22:48
Chrome Kullanıyorsanız:
1.Tarayıcınızın sağ üstündeki, şuna benzeyen düğmeye tıklayın:
2.Options veya Seçenekler yazan kısma tıklayın.
3.Home Page veya Ana sayfa yazan kısma sitemizin adresini yapıştırın ve kaydedin.

Firefox Kullanıyorsanız:
Sitemizin adresinin tamamını seçin ve tutup anasayfa düğmesine sürükleyin.

Anasayfa düğmesi genelde şöyle görünür:

ANASAYFA SİNEMA YABANCI SİNEMA Lars von Trier dehası!

Görüş ve Düşünceleriniz?

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Ayrıca suç teşkil edecek hakaret içerikli yorumlar hakkında muhattapları tarafından dava açılabilmektedir.

DOGMA 95' İN YÖNETMENİ

Lars von Trier dehası!

1956 Kopenhag doğumlu ünlü yönetmen, sinemaya kendisine çocukken hediye edilen ‘Super 8’ kamerayla başlar.
17 Nisan 2013 14:49

Çocukluğu ve lise yıllarında bağımsız kısa filmler çeken Trier, bu dönemde reklam yönetmenliği de yapar. 1987 yılında ise kendisini dünyaya tanıtan Europa serisinin ilk filmi Epidemic’i çeker. Gerek sahip olduğu farklı sinema tarzı, gerekse de her filminde ısrarla yargıladığı toplumsal değerlerle kendi hayran kitlesini oluşturmayı başarmıştır.

Aslına bakılırsa kendisi toplumsal yargılar ve genel kabul gören doğrular konularına yoğunluk veren ve eleştirel gözle bakan ilk yönetmen değildir. Fakat bunu yaparken takındığı üslup seyirciyi kendisine hayran bırakma sürecinde önemli rol oynamıştır. Usta yönetmen, sinemaseverleri iki farklı kategoriye ayırmıştır adeta. Trier hayranları ve Trier filmlerinden uzak duranlar…

Lars Von Trier 1995 yılında yayımladığı Dogma 95 isimli manifesto sonucu Hollywood’un sıkça başvurduğu bazı çekim tekniklerinden uzak durmayı amaçlar. Alternatif bir sinema akımı olarak ortaya çıkan Dogma 95′te yakın çekimler, hareketli kamera kullanımı, farklı ışık efektleri, müzik kullanılmaması gibi doğallığı açığa çıkaran, sanallığı yok eden yöntemler tercih edilmiştir. Bu akım bir başkaldırı olarak ifade edilse de zamanla usta yönetmen tarafından da çeşitli nedenlerden dolayı terk edilmiştir. Lâkin sinemaya alternatif bir bakış sunması hasebiyle tahmin edildiğinden fazla tartışılmış ve beklenenden fazla dikkat çekmiştir. Trier’in bütün filmleri Dogma 95 akımından izler taşısa da usta yönetmen genel anlamda manifestonun kati kurallarını zamanla çiğnemeye başlamıştır.

Trier’in üslubu ciddi anlamda serttir. Gerek filmlerinde hâkim olan kasvetli atmosfer ve durağanlık gerek içerikte bulunan şiddet ve cinsellik sahneleri büyük bir kitle için filmleri çekilmez hale getirmektedir. Aslında bu çekilmezlik Trier’in kendi isteği neticesinde ortaya çıkmış bir sondur. “Film dediğin ayakkabı içindeki taş gibidir” sözünün sahibi bir yönetmenden hangi tarzda bir film beklemek doğru olur ki zaten? Filmlerinin başrolünde sıkıntı vardır adeta. Göze değil, ruha hitap eder. Tabii ruha hitap eder derken, duygusallık ve romantizm beklemek abesle iştigal olur. Ruha kasvet verir, önce kendisini ve görüşlerini sorgulatır, sonra öz eleştiriye davetiye çıkarır. Sahiden ustayı sevenler bu kasvetli ortama niye hayran kalır? Nedir bir tiyatro sahnesini üç saat seyredilebilir kılan şey? Bunun sebebini son derece basit şekilde “narsist bir yönetmenin mazoşist bir seyirci kitlesi” cevabına indirgemek doğru mudur? Evet narsisttir Trier, Cannes festivalinde kendisini dünyanın en iyi yönetmeni ilan edecek kadar… İsyanının sebebi de budur zaten. Bir şeyleri sırf bu sebepten değiştirmek ister. Sahiden o değiştiremezse kim değiştirebilir ki düşüncesi…

Peki ya seyirci? Her filminden sonra klişe yorumlardan biridir ‘seyirciye atılmış tokat gibi bir son”, değil mi? Bunu mu arzular izleyen? Ayakkabının içindeki taşı kim sever ki sahiden? Kameranın sürekli hareket eden hâli, yakın çekimler, alışılmadık ışık ve renkler… Yoksa her şeyin başı farklılık mıdır? Trier filminin sonunda seyircinin karşılaştığı durum gibi ardı ardına gelebilir bu tarz sorular.

Belki de en doğrusu, Hollywood’un o can sıkıntısı klişelerinden kaçmak isteyenler için bir barınaktır Trier. Farklıdır, özgündür ve haliyle fazlasıyla zor bir adamdır. Hem karakteriyle hem de filmleriyle… Yeri gelir filminin basın toplantısında rahatlıkla Hitler’e empati kurabilir yanında utanıp kızaran oyuncularına rağmen… Bunu söylerken ailesinin Yahudi olduğundan bahsetmeye pek de gerek yok sanırım. Yeri de gelir tüm sinema anlayışını değiştirecek bir dekor koyar seyircinin önüne…

Felsefeyi sever usta yönetmen. Yeri geldiğinde Nietzsche ve Kant’tan alıntılar yapar. Böylece düşündürür, düşündürür, düşündürür… Söylemek istedikleri vardır daima. Ve bu söylemek istediklerini en doğal haliyle sunar seyirciye, dolandırmadan direkt şekilde. İşin özü, sinemaya eğlence aracı olarak değil, sanat olarak bakar. Sorgulamak ve düşündürmek…

Son yıllarda sinemaya alternatif bakışın önemli temsilcilerinden birisi olmuştur Danimarkalı yönetmen.

Trier’in filmleri kronolojik sıralamaya göre analiz edilmiştir.

TRIER FİLMLERİ:

Forbrydelsens Element:

Yönetmen: Lars Von Trier

Senarist: Niels Vorsel, William Quarshie

Tarihi: 1984

Süre: 104 dakika

IMDB: 6,8

Kişisel puan: 3/5

Lars Von Trier’in ilk uzun metrajlı filmi olan Forbrydelsens Element aynı zamanda Europa üçlemesinin ilk filmi olma özelliği taşıyor. Eski polis şefi olan Fisher uzun bir aradan sonra seri cinayetler işlenen Avrupa’ya olayı çözmek amacıyla dönmektedir. Burada ‘Suç Unsuru’ adlı kitabın da yazarı olan arkadaşının yardımıyla olayı çözüme kavuşturmak için çaba gösterir. Kitabı baz alarak, seri katil gibi yaşamanın ve onun gibi düşünmenin çözüme ulaşmada en etkin yol olacağına karar verir. Bu süreçte yaşananları bir hipnoz esnasında dile getirir.

Konudan da anlaşıldığı üzere klasik bir polisiye filminin çok ötesinde, bilinçaltı ve psikoloji ağırlıklı bir yapım ile sinemaya giriş yapıyor Lars Von Trier. Polis şefinin olaylara bakışı, gerçek ile hayal arasında geçen anlaşılması zor olan kurgu, boş flashbackli sahneler ve tabii ki gözümüze sokulan sarı rengi ile ıslaklık, filmden akılda kalan en çarpıcı temalar… Kısaca sıradan bir suç filmi ile aynı kategoriye koyulması baştan yanlış olur.

Olaylara sadece seyirci gözünden bakmayan bir adam var kamera arkasında. Hatta neredeyse hiç seyirci gözünden bakmayan… Sahiden sanat kimin içindir sorusunu akıllara getirircesine veya sorgularcasına. Daha ilk filminde gelecekte çekeceği filmlerin sinyalini veriyor adeta.

İşin aslı olaylara farklı perspektiften bakmak denilebilir. Suç filmi denilince akla gelen bir suçun çözümü olur genellikle. Orada cereyan edenler ve kahramanın hikâyesi, değil mi? Oysaki Suç Unsuru’nda hiç de öyle olmuyor. Bakış çok daha geniş, çok daha kapsamlı. Bir karakterin başından geçenler değil odaklanılan nokta, o karakterin ruh hâli! Hem de sadece başkahramanın değil, kahraman olayları çözerken aslında suç işleyenin psikolojik analizini de yaşıyor ve yansıtıyor. Filmi farklı kılan da bu zaten. Basit birkaç sorunun cevabını çok felsefi bir yaklaşımla arıyor. Suç işlemenin sebebi nedir? Kimler, neden suç işler? Ve son derece kapalı şekilde cevapları da veriyor. Her insan suça yatkındır. Şartlar insanları suça yöneltir. Suç işlemek insanın içinde vardır, onu sağlayan koşullar göz ardı edilemez. Hümanist olduğu söylenemez Trier’in, suçu insanın doğasınla özdeşleştirdiğinden de anlaşılabileceği üzere… Sahiden dış faktörler sadece tetikleyici midir? İnsan suç işleyebilme yetisini içinde mi taşır?

Böyle bir bakış açısını yansıtabilme şekliyle de kendi tarzını ilk filminde apaçık ortaya koyuyor Lars Von Trier. Adeta meşhur sözünü haklı çıkarırcasına… “İyi bir film, izleyiciye yaşattığı sıkıntı ölçüsünde iyidir.” Kasvetli havasına, hipnozun etkisini göstermek için koyduğu baskın renkler ve boğucu atmosfer de eklenince filmin içine girmek zordan da öte imkânsıza yakın bir hâl alıyor. Tabii her filmde olduğu gibi hiç bitmeyen gizem, ne olduğu anlamaya çalışma hevesini arttırmıyor değil. Karışık duygular içerisinde bırakıyor yani. Çözümü getiremediğin bir su doku edasıyla. Sinir bozucu olduğu kadar çözmek istemek, çözemedikçe daha da sinir bozucu hâl almak…

Yönetmenin eleştirel kimliğine ilk filmiyle başladığını söylememek olmaz. Avrupa’da polis teşkilatının yozlaşmış halini suçun sebeplerini ararken öyle çarpıcı şekilde irdeliyor ki, film esnasında sorduğu sorulara film bittiğinde kendi kendinize cevap arar hale geliyorsunuz.

80’li yıllarda çekinle filmlerden keskin şekilde ayrılan, Lars Von Trier’in bu uzun metrajlı denemesi, her filminde olduğu gibi mesaj kaygısıyla son derece önemli bir sinema şöleni olma potansiyeli taşıyor. Lâkin bunun bir film olduğunu ve sadece mesaj vermenin de yetmeyeceğini, seyirciyi içine çekmenin de filmin başarısında temel faktör oynadığını göz önüne aldığımızda boğucu ve seyredilmesi zor olduğunu itiraf etmemek olmaz. Akıcılıktan çok uzak, kasvetli ve ağır işleyen haliyle felsefi olarak güçlü, seyir olarak tercih edilesi olmayan bir film oluveriyor haliyle.

Yine de böyle bir yönetmenin uzun metrajlı filmlere başlamasına ön ayak olduğu için sinema sektörü açısından önem teşkil edecek bir film Forbrydelsens Element.

Epidemic

Yönetmen: Lars Von Trier

Senarist: Lars Von Trier

Tarihi: 1987

Süre: 106 dakika

IMDB:6,0

Kişisel puan: 3,5/5

Bir sinema yönetmeni ile bir senaristin üzerinde çalıştıkları proje, yapımcıya teslim edecekleri tarihten beş gün önce bilgisayarın azizliğine uğrayarak siliniverir. Yazdıkları senaryonun aynısını tekrar yazamayacaklarını anladıklarında hemen yeni bir girişimde bulunup, hızla yayılan bir salgını konu almaya karar verirler. İşin ilginç kısmı, senaryo ilerledikçe yaşadıkları yerde benzer bir salgın meydana gelir. Trier’in ve Europa üçlemesinin ikinci filmi olan Epidemic, tür olarak sınıflandırılması zor, sıra dışı bir yapım. Biraz belgesel, biraz korku sinemasını andıran genelde klasik Lars Von Trier mistisizminden de izler taşıyıp, seyirciyi farklı boyutlara götüren bir yapım olma özelliklerini taşıyor. Korku unsurları da aslında Lars Von Trier yorumuyla şekillenmiş, yani efektlere dayalı olmaktan ziyade, insanın ruhunu daraltıp cinnet geçirtecek cinsten psikolojik gerilim örnekleri… Film içinde film türünün ilk örneği değil elbette. Fakat asıl işi zorlaştıran, hikâyenin içinde de başka bir hikâye barındırması denilebilir. Bu öyle bir hikâye ki, bazen iç içe bir hâl alırken, bazen ise birbirinden tamamen bağımsız olabiliyor. Ciddi bir karmaşa.

Lars Von Trier’in “A film should be like a stone in your shoe” cümlesi sadece bu film için söylenmiş değil, sinemaya bakışının genel bir özeti, bir nevi itiraf aslında. Ya görsel olarak, ya da ruhani olarak insanı daraltmak, rahatsız etmek Trier’in sık başvurduğu taktiklerden. Avrupa serisinde çok yaygın olan bu daraltıcı etkenler filmin akıcılığını ciddi anlamda baltalıyor. Filmin akıcılığının baltalanması yönetmeni üzer mi peki? Aksine, istediği şey de tam olarak bu zaten! Çekim kalitesi veya kamera çekimleri ayrı bir mesele ama Hollywood tarzı seyri hoş, içi boş filmlerin tam karşısında bir yönetmen Lars Von Trier. Bu sebeple ana fikri ve anlatmak istedikleri her zaman görselliğin önünde yer alır filmlerinde.

Aslına bakıldığında Epidemic bir sinema filminin ötesinde, bir ders niteliği taşıyor. Tıpkı yönetmenin diğer filmleri gibi… İlk olarak stajyer senarist için belgesel havasında geçiyor denilebilir. Baştan sona senaryo yazma sürecini detaylı şekilde anlatıyor. Ardından deneysel gösterimler, idealist doktorun tavırları ve hipnoz üçlemesiyle sosyal mesajlarını sunuyor. Vurgulanmak isteneni hep dolaylı yollardan ama sert şekilde gösteren usta yönetmen, Epidemic’te insanın iç doğasını Avrupa’daki yozlaşmış sistem aracılığıyla gözler önüne seriyor. Bunu yaparken yine üslubundan hiç taviz vermiyor. Tabii, senaryo çekiminde karşılaşılan karakterlerin gerçeği yansıtması ve yaşanmış olaylardan ilham alması filmin etkileyiciliğine olumlu etki yapıyor.

Filmden söz edip idealist doktor karakterinden bahsetmemek olmaz. Salgını önlemek istiyor, lâkin salgını önlemek isterken nelere sebep oluyor? Bunun arka planı irdelenmeli. Doktor kim, neyi temsil ediyor? Lars Von Trier’in filmlerinde sıkça üzerine eğildiği idealizm vurgusunun sebebi ne? Öyle ki, doktor kendisini riske atıp her şeyi bırakıp salgını durdurmayı istiyor. Peki, sonuç? Tabii bunun dışında bir de cevabı aramakta olduğumuz soru var. Senaryo yazıldıkça mı salgın yayılıyor, yoksa tamamen rastlantı mı her şey? Bu da filmin içinde gizemi koruyan temel faktörlerden, öyle ya gizemli bir soru olmadan bu kasvetli atmosfere nasıl uyum sağlar insan?

Lars Von Trier’in en çok konuşulan filmlerinden, meşhur Europa üçlemesinin ikinci filmi yine felsefi ve görsel olarak güçlü olduğu kadar durgunluğu ve yansıttığı atmosferle sinir bozucu. Trier hayranları için önerilebilecek, Hollywood seyircisi için can sıkıntısı klasmanına alınabilecek bir film oluyor haliyle Epidemic.

Medea

Yönetmen: Lars Von Trier

Senarist: Lars Von Trier

Tarihi: 1988

IMDB:6,9

Kişisel puan: 3/5

Batı sinemasının en önemli esin kaynaklarından bir tanesidir Yunan Mitolojisi. Sinema sektöründe üretkenliğin son derece zayıf olduğu bilirken, böyle bir kaynağın kullanılmaması ilginç olur zaten. Saygı ve inancın ötesinde, sinema sektörü için hazine değeri taşıyan karakterlere sahip. Öyle ki, tarihi, distopik, hatta bilim kurgu türünde filmlerde bile kullanılabilen öğeler taşıyor içerisinde. Hâl böyle olunca, Türk seyircisi de bu karakterlerle beyazperde aracılığıyla son dönemde bolca tanıştı, durum gösteriyor ki zamanla yeni isimleri de tanıyacak.

Medea, Yunan mitolojisinde çok önemli bir isimdir. Bir trajedinin başkahramanıdır. Nefret, aşk, intikam üçlemesinin vücuda dönüşmüş halidir mitolojide. Evlenmek için kendi kardeşini öldürmeyi göze almış biridir. Evliliklerinin ilk gecesinde kendisine yapılan ihanete şahit olur. Öykünün bu kısmında haksızlığa uğrayan karakterdir kendisi. Bunun üstüne Kral Kreon tarafından sürgüne gönderilme kararı alınır. Aslında olaylar silsilesi burada başlar. Medea’nın geçmişine bakıldığında öyle kolay pes eden biri olmadığı rahatlıkla görülebilir. Öyle ki, aşk için yapamayacağı hiçbir şey yoktur. Gözü karadır. ‘Hiçbir şey aşk acısından daha beter değildir’ der. Bu geri dönülemez sonun başlangıcıdır aslında. Trajedinin ta kendisi… Sürgüne gitmeden evvel bir gün hazırlanma süresi talep eder. O günden başlayıp Aegeus’a sığınmasına kadar yaşananlar geçmişinde yaşadıklarını bile gölgede bırakacak kadar çarpıcıdır.

Tam da Lars Von Trier’lik hikâye aslında, değil mi? Ama ne yazık ki, biraz acemilik dönemine denk gelmesi, biraz da filmin bütçesinin ciddi anlamda düşük olması, yani imkânsızlıklar ortaya çok kaliteli bir yapım çıkmasını engellemiştir. Şeytani bir kadının Trier için her zaman ilgi çekici bir konu olduğu tüm filmlerinde açıktır. Yönetmenin psikanaliz tutkusu ve insanların muhtelif ruh hallerinin yansıtılmasından hoşnut olduğu yine filmlerine bakılarak tespit edilebilir. Zaten filmin ilk süreci olan karakterlerin tanıtımı bölümünde yine etkisini gösteriyor usta yönetmen. Avrupalı karakterlerin oyunculuk olarak olumlu anlamda göze batamadığı bir yapımda teknik anlamda da eksik kalınması filmin sivrilmesine büyük engel teşkil etse de başlangıç kısmından alnının akıyla çıkabiliyor.

Karakterleri tanıdıktan sonra, olayın yani trajedinin sergilenmesi geliyor ki, orada teknik aksaklıklar ciddi anlamda etkisini göstermeye başlıyor. İlk iki filminde olduğu gibi seyirciyi yine boğmaya uygun bir atmosfer oluşturan Trier, belki ruh hallerini doğru yansıtmak açısından doğru bir hamle yapıyor gözükebilir ama sonucunda hikâyeden öteye film seyirci için trajedi haline gelmeye başlıyor. Anlatımın ağırlığı, oyunculuğun zayıflığı, olmayan müzikler gibi olumsuz etmenler iyice ön plana çıkınca Trier Europa serisine ara vermekle hata mı yaptı sorusunu kafalarda canlandırıyor.

Şu noktayı belirtmekte fayda var. Trier düşük bütçeden çok olumsuz etkilenecek bir yönetmen değildir. Bu bütün filmlerine bakılarak söylenebilir. Fakat insanların ruh hallerini yansıtırken, oyuncuların ve dublör, makyaj gibi yan faktörlerin de yönetmeni desteklemesi gerekir. Bu gibi unsurlardan yeterince destek bulamayınca film zaten ağır çekimin etkisiyle seyirciden uzaklaşırken cazibesini tamamen kaybediverir. Acı dolu bir hikâyeyi (ki eşine benzerine ancak Türk dizilerinde rastlanır) seyirciye yansıtırken oyuncunun bu olayı bir nebze hissetmesi filmin olmazsa olmazı haline gelir.

Tüm bunlar göz önüne alındığında, Lars Von Trier’in en zayıf halkalarından biriyle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Tabii bu filme bakılarak değerlendirme yaparken bazı kriterleri de göz önünde bulundurmak lazım. Henüz üçüncü uzun metrajlı filmi olan Medea’da usta yönetmen ciddi anlamda tarzını oluşturmaya başlamıştır. Sinema filmi olmadığı, yalnızca Danimarka televizyonlarında yayımlanmak için çekildiği göz önüne alındığında hayal kırıklığı tabirinin sert olacağı lâkin seyri zor bir film olduğunun vurgulanmasının da doğru olacağı bir filmdir Medea.

Europa

Yönetmen: Lars Von Trier

Senarist: Lars Von Trier

Tarihi: 1991

Süre: 112 dakika

IMDB:7,6

Kişisel puan: 3,5/5

Suç, salgın ve savaş… Lars Von Trier’in ilk üçlemesinin son basamağı olduğu gibi, usta yönetmenin ismini geniş bir kitleye duyurmasına katkı sağlayan film Europa. Yönetmenin tüm filmlerinde olduğu gibi seyrederken yoran, seyrettikten sonra düşündüren cinsten hem de.

2. Dünya savaşından sonra çalışmak ve insanlara yardım etmek amacıyla babasının ülkesi olan Almanya’ya gelen Leo Kessler demiryolunda çalışan amcasının yardımıyla trende kondüktör olarak işe başlar. Rutin bir karakter tanıtım sürecinden sonra asıl hikâye, Leo’nun demiryolu ağlarının sahibinin kızına âşık olması ile başlar aslında. Senaryo ilk okunduğunda son derece aşina olduğumuz fakir erkek zengin kız muhabbetini akıllara getiriyor olabilir ama neyse ki konu bu tarz bir duygusal ilişkinin çok daha ötesinde bir siyasi ve sosyal mesaj verme kaygısı içerisindedir. Kendi işini ilerletmek tek derdi olan bir baba, her türlü milliyetçi düşünceye karşı bir oğul ve Nazi’nin eylemlerini destekleyen bir kız. Leo’nun hayatına giren bu üçlü o dönemin toplumsal durumunun da bir özeti aslında. Savaş sonrası, desteklediği rejimin devrilmesiyle ortada kalıp, işini idame ettirmeye çalışan büyük iş adamları ve ortaya çıkan iki zıt fikri savunan gençler… Her şeyin ötesinde trenin lüks vagonlarında Amerikan ve Alman askerler, arkada her türlü sefalet ve zorluk içerisindeki halk.

Üçlemede sık sık karşılaşılan hipnoz etkisinin en çok hissedildiği film olma özelliği de taşıyor Europe. Film başladığında duyulan dış ses, bilinçaltının dışavurumu şeklinde kulaklarda öyle çınlıyor ki, bir an o bilinçaltı Leo’ya değil de seyirciye aitmiş hissi veriyor. Hal böyle olunca, diğer filmlerde olduğu gibi etkisini sürdüren o boğuk, ruh daraltıcı atmosfere uyum sağlamak kolaylaşıyor.

Derin bir Avrupa analizi içeren bu seri, toplumsal olaylara eleştirel perspektiften bakarak insanlara bir şeyler anlatmayı dert ediniyor. Sinema sektörüne farklı bir hava katması açısından cüretkâr ve önemli bir adım bu! Trier’in bu üçlemeyle kendi sinema tarzını tamamen oluşturduğu söylenebilir. Bunu yaparken birçok kamera ve aydınlatma tekniği deneyerek de yeri geldiğinde seyirciyi şaşırtmayı başarıyor. Siyah beyaz bir yapım olan Europe, renklendirme efektleriyle seyircinin ilgisini yoğunlaşması gereken kısımlara çekebiliyor. Film esnasında bir anda bazı motiflerin renklenmesi hem seyirciyi bir noktaya yoğunlaştırıyor, hem de anlık beklenti oluşturuveriyor, adeta bir müzik edasıyla… Gerilim filmlerinde seyirciyi etkilemek için kullanılan ses efektleri gibi kullanıyor usta yönetmen renkleri.

Hipnoz yapan doktor edasıyla kulaklara gelen dış sesi, güzel diyalogları, söyledikleri veya söylemek istedikleriyle serinin en iddialı filmi Europa.

“Sanırım Avrupa bir gerilim filmi ve güldürü öğeleri de içeren bir melodram. Almanya bende bir saplantı… Alman toplumu her zaman en uç noktadaki tutkuları sergilemiştir: Kişiliklerinde, bireyler ve diğer ülkelerle olan ilişkilerinde. Her filmim teknik bir yenilik içerir. Avrupa’da kendime birçok eğlenceli teknik oyuncak aldım. Görüntü eklemek üzerinde çalışıyoruz; bazen kimi siyah-beyaz, kimi renkli yedi görüntü katmanını üst üste koyabiliyoruz. Ama asıl önemli olan, bu şekilde ancak farklı merceklerle çekilebilecek görüntüleri birleştirebilmemiz. Bu yolla, ilk bakışta fark edilmeyen ancak izleyicide derin iz bırakan bir etki yaratabiliyoruz. Aynı şey kamera hareketleri içinde geçerli… Görünüşte tam anlamıyla gerçekçi bir izlenim bırakan, ancak filmi planladığımız yöne doğru sürükleyen bu unsuru içeren görüntüler yaratıyoruz. Bu da hipnozdur.“

Haydi şimdi ondan geriye doğru sayalım…

Breaking the Waves

Yönetmen: Lars Von Trier

Senarist: Lars Von Trier

Tarihi: 1996

Süre: 159 dakika

IMDB: 7,8

Kişisel puan: 4,5/5

İskoçya’nın dindar ve baskıcı kasabalarından birinde yetişen Bess, bir gün âşık olduğu Danimarkalı rafineri işçisi Jan ile kilisenin de onayıyla evlenir. Fakat büyük bir tutku ve aşkla bağlı olduğu eşi kısa bir süre içerisinde işi için Danimarka’ya dönmektedir. Bu Bess için çok sarsıcı bir durumdur. Kiliseye gidip ne pahasına olursa olsun Jan’ın temelli şekilde eve dönmesine yönelik dualar eder. Nitekim bir gün Jan gerçekten dönüş yapar, çünkü rafineride geçirdiği bir kaza sonucu felç olmuştur. Bess’te üzüntünün yanında engel olamadığı bir suçluluk duygusu da vardır. Bunun yanında Jan da eşinin genç yaşta yalnız kalacağını düşünerek, ahlaki normlardan uzaklarda bir görüşle Bess’in başkalarıyla birlikte olmasını talep eder. Her ne kadar Bess buna ilk başta şiddetle karşı gelmiş olsa da, kocasının hayat bulma ümidini onun yaşadığı olayları anlatmasına bağlaması fikirlerinde değişikliğe sebep olacaktır. Bess gerçekten tabiri caizse kötü yolun Jan için şifa olacağına kendini inandırmıştır. Bundan sonra yaşayacağı her şey o inanç uğruna verdiği mücadeleden ibarettir…

Din, inanç, aşk, fedakârlık ve sonucunda tekrar inanç… İşleyeceği günahın miktarının artmasıyla kocasının acınacak halinin de artacağını düşünüp, bunun sonucunda Tanrı’nın ona merhamet edeceğine inanacak kadar radikalleşmiş biraz hastalıklı bir düşünce yapısı. Temelinde merhamet, fedakârlık, inanç veya hepsinden biraz… Merhamet temel alınarak bakıldığında, hayatta her insanın çok da uzağında olmayan bir düşünce yapısının fazlasıyla dramatize edilmiş hali var aslında senaryoda. Uğrunda ölünecek insanlar, ‘o hasta olacağına ben olayım düşüncesinin’ ta kendisi değil mi? Sadece düşünce yapısının sapkın bir hal almış olanından, nitekim bunun da temelinde inanç var. Ama inanç tam olarak neye? Filmin başından sonuna vurgusu yapılan kiliseye veya Tanrı’ya mı, yoksa her şeyin ötesinde tutulan aşk kavramına mı? İnanç her şeyin başlangıcı aslında… Ümit, beklenti, hayal kırıklığı, hırs, çaba, itaat gibi yaşam emarelerinin hepsinin arkasında bir görüşe, düşünceye veya kişiye karşı inanç var. İnandıktan sonra geriye kalan tek şey inandığın doğrultuda hareket etmek… Bunun için ne yapmalısın? Fedakârlık! Yine merhamet ve inanç ile iç içe bir kavram. Tüm dinlerde olduğu gibi Hıristiyanlıkta da çok kutsal bir meseledir fedakârlık. Hıristiyan inancına göre çarmıha gerilme insanların günahlarına bir kefarettir. Aynı inanca göre bu da bir tür fedakârlık değil midir? Filmin anlatmak veya sorgulamak istediği temel üçgen bu aslında! Merhamet, inanç ve fedakârlık…

Bess dindar bir insandır. Bunu film boyunca görmek mümkündür. Olaylar da Bess ile Jan arasında değil daha çok Bess ile kilise arasındadır aslında. Nitekim mevzu, Bess’in arkadaşını bir anlık kıskanarak bencilce düşünüp kocasının ne pahasına olursa olsun dönmesini istemesiyle başlar. Bunun bencilce olduğunu bilen Bess, daima vicdan azabı duyar. Sonra inancı doğrultusunda fedakârlıklar yapar. Bu fedakârlıkları yaparken, Tanrı’nın onun yanında olduğuna inanır. Ailesini, yakınlarını hatta tüm çevresini kaybetmesine rağmen yaptığının doğru olduğuna inanır. Bu uğurda kiliseden aforoz edilir. Sonra yaşadığı ümitsizlik, kocasının kötüye gitmesi ve ardından gelen yeni bir vicdan azabı! Güçsüzlüğünün sonucunda, her şey kötüye gitmektedir düşüncesi… İnanmıştır bir kere, tek çözüm iyileşene kadar fedakârlık yapmasıdır. Her şey yeniden başlar ve sonuna kadar devam eder. Salt aşk hikâyesi olarak bakmak filmin geneline yapılmış bir haksızlık olur. Uçuk bir aşk hikâyesinin çok ötesinde bir senaryoya sahiptir ‘Breaking the Waves’.

Europa üçlemesinden sonra yeni bir sayfa açmıştır Lars Von Trier. Farklı kamera tekniği ve bambaşka bir hikâye ile seyirciye sunmuştur yeni filmi, tek bir ortak paye vardır sadece, o da kasvetli atmosferden ödün vermemesi. Hareketli kamera kullanımı bu tarz durgun bir film için riskli bir tercihtir. Durağan yapısı, oyuncuların yüzlerinin sık sık yakın çekimde gösterilmesi ve zaman zaman bulanıklaşan görüntüler ile marjinal bir girişimde bulunan Trier’ın hedefine ulaşmasında dikkat çekici oyunculuğuyla Emily Watson da büyük katkı sağlamaktadır.

Europa serisiyle kendisi ispatlayan Trier yükselişini sürdürüyor. Tarzını aşina olanlar için kariyerinin en iyi filmlerinden birini sunuyor. Lâkin vurgulamakta fayda var, Trier’in filmlerinle tanışmamış birisi için diğer filmlerinden farksız şekilde kasvetli, durağan ve hazmedilmesi zordur Breaking the Waves.

Idioterne

Yönetmen: Lars Von Trier

Senarist: Lars Von Trier

Tarihi: 1998

Süre: 117 dakika

IMDB: 6,8

Kişisel puan: 3/5

Bir grup düşünün, yaptığı hareketler mantık dışı olup, toplum içinde sık sık rahatsız edici olarak adlandırılan. Mantık dışı deyince gözlerde canlanandan da öte, bilimum çılgınlık… Üstelik bunu yapan doktor ve akademisyenlerin de içinde bulunduğu ve aklı evvel rolü yapan insanlar topluluğu. Sıra dışı değil mi? İçindeki “idiot’u” veya tabiri caizse deliyi açığa çıkar. Sebep? Tabuları yıkmak, bir nevi özgür olmak… Grup içine sonradan katılmasına rağmen dikkat çeken bir isim var, adı Karen. İlginçtir ki, belki filmin en önemli karakteri ama aynı zamanda en az rol alan oyunculardan biri. Öyle ki, Karen çok gerçektir. Yani gruba katılır katılmasına ama gayesi grup arkadaşlarından biraz farklıdır. Nitekim her yönüyle o çılgınlığı yaşamaktadır. Deliyi oynamak değildir amacı, deliyi yaşamaktır kısaca. Karen’a göre özgürlüğün ta kendisidir bu!

Özgürlük ve delilik… Bu ikili daha önce birçok filmde aynı payede sunulmuş, birbirine bağımlı olarak değerlendirilmişti. Özgürlük kavramından başlanır aslında sorgulamaya, öyle ya nedir özgürlüğün kriterleri veya kısıtları? Mesela tabular ve toplumsal baskılar. Bir hareketin mantıklı olup olmadığına kim karar verir, neye göre? Gündelik hayatta yapılması insanı utandıran hatalardan yola çıkarak da düşünülebilir. Bir toplum gerçeği var. O gerçeğin bakışına uymayan işler deliliktir. Öyleyse bu çerçevede bakıldığında özgürlük de toplumun düşündüğünün tersine hareket etmektir. Sahiden de bunu düşünür bu çılgın grup. Zaten rahatsız edici olan da budur ya!

 

Rol yapmak bir isyan çeşididir aslında. Tabulara karşı başkaldırı! Hayat eğlenceli olur, tabii kişi için eğlenceli olan çoğu zaman çevresi için bencilce olabilir. Sonu bireysellik ile toplumsallık kavramlarına kadar gidecek geniş bir konu bütünlüğü… Tabii burada Karen’ın gerçekliği var. Gerçekten deli gibi davranmak için insanın bir sebebi olmalı değil mi? Çünkü bu grubun deliliğine bir sığınmadır yaptığı. Ama sığınmasına sebep olan şey ne? Ve sonucunda gerçekle sahtenin de farkı çıkar ortaya. Bir yüzleşme çok şeyi değiştirir.

 

İsyandan ve içeriğinden bahsedince biraz daha detaya inilmesi lazım gelir. İsyan toplumun kendisine değil, bireye olan baskısınadır aslında. Bireyin yaptığı bir hareket ile yargılanması… Daha da ötesinde nasıl sorusunu baz alarak sorgulama… Nasıl sevdin, nasıl sevindin, nasıl üzüldün? Yine sistem eleştirisini konu almıştır Trier. Ve yine orijinalliğinden ödün vermeden ama bu defa fazla soru sordurma gereği duymadan… Dogma’nın özelliklerini taşımasıyla belgesel edasında geçer. Kasvetli, durağan ve seyredilmesi zor kimliğinden asla ödün vermez! Hâl böyle olunca, insanlar usta yönetmenin sorgulatan hâlini arar film bittiğinde. Seyir zevki yüksek olmayan, monoton filmlerde bir şaşırtıcılık olmalı, öyle değil mi?

 

Dogma 95’in yani bir nevi başkaldırının başlangıcıdır Idiots. Her ne kadar bu başkaldırı tavizsiz sürmeyi başaramamış olsa da önemli bir adımdır.

 

Not: Cinsellik konusunda rahatsız edici düzeyde olduğu vurgulanmalı. Trier filmleri genellikle içerisinde şiddet ve cinsellik barındırdığı için zor filmlerdir ama Idiots bu konuda sınırları bir hayli zorlamıştır. Bu sebeple Trier’in sansürlü seçeneği de tercih edilebilir.

 

 

Dancer in the dark

 

Yönetmen: Lars Von Trier

 

Senarist: Lars Von Trier

 

Tarihi: 2000

 

Süre: 140 dakika

 

IMDB: 7,9

 

Kişisel puan: 4/5

 

Selma Jezkova on yaşındaki çocuğuyla birlikte yaşam şartlarının ve sağlık hizmetlerinin kendi ülkesine kıyasla daha iyi olduğunu düşündüğü Amerika’ya gelir. Zor maddi şartların yanında bir de hayatını zorlaştıran genetiksel bir hastalığa sahiptir. Bu hastalık sebebiyle gün geçtikte görme yetisini kaybetmektedir. Ayrıca bu hastalığın kalıtsallığı nedeniyle bir gün oğlunun da bu dertten muzdarip olacağını bilmektedir. Tüm çabası, çalışıp oğlunun ameliyat masraflarını çıkarmak üzerinedir. Zaten Amerika’ya gelişinde de temel sebep budur. Lâkin Amerika hiç de tahmin ettiği gibi bir yer değildir. Yaşam koşulları, çalışma şartları hatta insan hakları kendi ülkesinden de kötü durumdadır. Polis teşkilatı ve mahkemeler gibi adalet ve eşitlik sağlanması açısından söz sahibi merciler ciddi anlamda yozlaşmış, insanlar tüketim ve paradan başka bir şey düşünemez hale gelmiştir. Bundan sonrası ise Selma’nın bu çarpık düzende başına gelen olaylar bütünüdür.

 

Suç, masumiyet, birey ve toplum filmin arka planını oluşturan dört temel unsurdur. Trier, uçak korkusu sebebiyle hiç göremediği Amerika’yı konu alan filminde, her zamanki gibi, basit bir sistem eleştirisi yapmak yerine toplumun davranışlarına ve yozlaşmasına odaklanmıştır. Bu sebeple filmi yalnızca yabancıların Amerika’da yaşarken karşılaştığı zorluklar çerçevesinde değerlendirmek onu dar bir çerçeveye hapsetmek anlamına gelecektir ki, bu hiç adil olmaz. Bir insanı suça sevk eden temel sebepler nedir? Daha doğru bir ifadeyle bir insanı hangi neden suça yöneltebilir ki? Bu soruların cevabının günümüzdeki kolaylığından dert yanan usta yönetmen, her zamanki gibi doğruları sert bir şekilde vuruyor seyircinin yüzüne.

 

Bir insan yaşadığı ülkede kendini güvende hissetmediğinde yardım talep edeceği tek kurum polis teşkilatıdır. Masumu suçludan korumak için en ideal görevdir bakıldığında, bu sebeple suç ve masumiyet üzerine kurulmuş bir yapımda polisin yer almaması sürpriz olurdu. Selma’nın komşusu olan polis memuru Bill, aslında polis teşkilatını değil, insanlığın geldiği noktayı gösteren temsili bir karakterdir. Yaptıkları veya yapmadıklarıyla toplumun aynası niteliğindedir. Aynı şekilde tüketim hastalığına yakalanmış ve hayatı alışverişten ibaret gören kadın karakterin toplumun bir yüzünü yansıttığı gibi.

 

“In a musical, nothing dreadful ever happens” deyiveriyor bir sahnede Selma, filmin felsefesini daha iyi yansıtabilmek için. Aslında Amerika müzikal gibidir, dışarıdan bakıldığında her şey günlük gülistanlık zannedilir ama gerçekler hiç de öyle değildir dercesine… Film için her sahnede müzikal ruhuna tamamen tezat bir görüntü çizdiği söylenebilir. Selma karakterini canlandıran Björk’ün performansıyla devleştiği, içinde müzikal de bulunduran ağır bir dram olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır Dancer in the Dark’ı.

 

Senaryonun içeriğinden ve Trier’in tarzından bahsedip, filmin diğer Trier yapımlarından temel bir farkla ayrıldığından bahsetmemek olmaz. Yönetmenin her filmin sonunda aynı soru gelir insanın aklına; bu adamın bir derdi var, ama ne? Film bittiğinde senaryoda ağır basan, espri, dram, trajedi hepsi bir kenara itilir ve verilmek istenen mesaj düşünülür. Mesela, Breaking the Waves öyle bir aşk hikâyesi içerir ki, sette çalışanlar çekim esnasında ağlamıştır. Fakat film bittiğinde hikâye de bitiverir. Akılda kalan film esnasında seyirciye alenen veya kapalı şekilde yöneltilen sorulardır. İşte ilk kez Dancer in the Dark’ta duygusal öğeler, mantıksal öğelere ağır basmıştır. Türk dizi ve sinemasında aşina olduğumuz duygu sömürüsü ilk kez bu kadar keskin şekilde kullanılmıştır Trier tarafından. Tabii bunu, bizim dizi-film kültürümüzde yaygın olduğu şekilde seyirciyi ağlatmak filmi başarılı kılar düşüncesiyle yapmamıştır. Fakat vermek istediği tüm mesajlar ağır dramın altında kalmıştır. Herkes harika oyunculuğuyla ön plana çıkan Björk namı diğer Selma’nın derdinle dertlenmiştir. Film bittiğinde sorulacak pek soru kalmamıştır ama belki söylenecek tek söz vardır.

 

İtirazım var…

 

 

 

Dogville

 

Yönetmen: Lars Von Trier

 

Senarist: Lars Von Trier

 

Tarihi: 2003

 

Süre: 178 dakika

 

IMDB: 7,9

 

Kişisel puan: 4,5/5

 

Grace (Nicole Kidman) mafyadan kaçarak Dogville adında dış dünyadan bağımsız küçük bir kasabaya sığınır. Kasabada yaşayan ahali dışarıda neler olduğundan habersiz, kendi halinde bir yaşam sürmektedir. Aniden gelen misafiri ilk gören kasabanın köpeği olur. Ardından ise sözde filozof Tom… Tom, Grace’i mafyadan gizleyerek, onu sahiplenir. Ardından mahalle sakinlerine bir yabancının mafyadan kaçarak onlara sığındığını belirtip bu yabancıyı kabul edip etmemek için ona şans verilmesini talep eder.

 

Aslında bu istek de sıradan bir ricadan ibaret değildir. Tom kasabanın hem yazarı hem de ahlak filozofudur. Daha açık bir ifadeyle, kasabanın sözü itibar görmeyen fikir adamı… Kasaba sakinleri Tom’u bir türlü ciddiye almaz. Çünkü onlar için yaşam basittir, Tom’un vaktini boşa harcadığını düşünürler. Tom, kasaba eşrafının misafirperverliği unuttuğuna inanır. Amacı, bu savını onlara ispat edebilmektir. Dış dünya ile bağlantısı kesik olan mahalleye film boyunca, mafya, Grace ve şeriften başka kimse uğramaz. Bu da Tom’un elinde tek bir şans olduğunun en belirgin ispatıdır aslında. O şans beklemediği bir anda ortaya çıkmıştır. Grace, oraya kendi isteğiyle gelmemiştir. Mafyadan kaçmaktadır. Ama sonuç olarak bu kasabaya sığınmıştır ki, Tom, kendisinin mahalleye ait olduğuna inanır. Geriye tek bir adım kalmıştır, o da düşüncesini hayata geçirme. Mahalle sakinleri, mafyadan kaçan bir kızı sahiplenecek midir? Hiçbir dertleri olmayan, kendi kendilerine yeten bir grup insan neden böyle bir risk alsın sorusu gelir akıllara.

 

Konu misafirperverlikten çok daha ötededir aslında. Trier, Dogville filmiyle insanlık, kibir, tevazu, bedel ödeme, cömertlik, affetme gibi insan hayatında önem teşkil eden birçok kavramı tartışmaya açarak, farklı bir bakış açısı sunmaktadır. Gerek buhran döneminde geçmesi, gerek yönetmenin geçmiş filmlerindeki Amerika vurgusu, seyircide salt bir Amerika eleştirisi beklentisi oluştursa da film bir kasabanın veya bir ülkenin vatandaşlarından çok insanlığın doğasına ayna tutmaktadır. Yani klasik bir Amerika eleştirisinden ziyade hümanizme felsefi bir bakışla bakma gereği duymuştur Trier bu filminde.

 

Dokuz bölümden ve sadece bir sahneden oluşan, tiyatro ve roman karışımı bu film, çekim tarzıyla sinemaya da alternatif bir bakış kazandırmaktadır. Bunu yaparken her filminde içinde bulundurduğu dinsel öğeleri yine bariz şekilde ortaya koyuyor Trier. Grace kasabaya geldiğinde onu karşılayan Moses (Musa) isimli köpek, toplantıların yapıldığı Jeremiah kilisesi (eski ahitte ismi geçen İbrani Peygamber) ile dinsel mesajlar içeren bir yer inşa ediyor Dogville adında. Tabii ki bununla kalmayıp, filmin içinde fedakârlık ve affetmek kavramlarını irdeleyip, son olarak Hıristiyanlık dininde bilinen yedi büyük günahın ilkine de atıfta bulunuyor. Yedi sayısını filmin içinde birçok yerde kullanıp, eleştirel hümanizm bakışı ile arka planda tuttuğu din motiflerini başarıyla harmanlayıp felsefi temeli güçlü, Kant, Nietzsche gibi büyük filozoflardan referanslar bulunduran, birçok gerçeği her zamanki sert üslubuyla seyircinin yüzüne vuran bir yapım ortaya koymayı başarıyor.

 

Tüm filmlerinde olduğu gibi, son sahnede yine soru işaretleri her şeyin önüne geçiyor. Bu soru işaretleri, insanın kendisine yönelttiği sorulardan ibaret aslında. Sen olsaydın ne yapardın sorusunun cevabından daha karmaşık. Belki de insanlığın en temel eksikliklerine açılan kapı. Nedir günümüz toplumlarının en büyük eksiklikleri? Empati, öz eleştiri, kendini üstün görme… Tüm mesele bu! İyilik, misafirperverlik, tevazu, hoşgörü, hatta masumiyeti yeniden gözden geçirttiren, tebeşirlerle çizilmiş bir sahnede; kapısız alanda kapı çalma efektleri, dikkat çekici diyalogları, muhteşem sonu ve verdiği dersler ile son yılların en çok konuşulan filmlerinden oluveriyor Dogville.

 

Üzerinde kitap yazılabilecek bir senaryoya sahip olup, oyunculuğu ve yönetmenliği ne kadar başarılı olursa olsun hikâyenin adeta parladığı bir başyapıt olma özelliği de taşıyor.

 

 

 

Dear Wendy

 

Yönetmen: Thomas Vinterberg

 

Senarist: Lars Von Trier

 

Tarihi: 2004

 

Süre: 117 dakika

 

IMDB: 6,5

 

Kişisel puan: 3,5/5

 

Maden ocağında çalışan babasının zamansız ölümü ile yalnız kalan Dick, kendine güven zafiyeti olan, silik bir karaktere sahip bir gençtir. Bir gün arkadaşına vermek üzere aldığı bir tabancayı sahiplenmeye karar verir. Dick, son derece ateşli bir barış yanlısı olmasına rağmen bu tabancaya karşı bir düşkünlük yaşar ve ona bağlanır. Zamanla mahallesinde yaşayan kendine güvenmeyen, zafiyetleri olan arkadaşlarını toplayıp merkezinde silahlar olan ‘züppeler’ adlı bir grup kurar. Barışçıl karakteriyle kurduğu silah merkezli grubun çok önemli bir kuralı vardır: “Asla silah kullanma!” Bu kural teoride kulağa hoş gelse de pratikte uygulaması zordur. Grupta çalışan bireyler sistemin onları istemedikleri işlere zorladığını düşünerek buna karşı gelmeyi hayal etmeleri onları silahlarınla büyük bir imtihana sokacaktır.

 

Dogma akımının iki önemli ismini bir araya getiren Dear Wendy, Trier’in kaleminden çıkıp Vinterberg’in kamerasıyla seyircinin karşısına çıkmaktadır. Tarzlarının ve sinemaya bakışlarının yakınlığı hasebiyle seyir esnasında Trier filmlerine benzerlik sık sık seyircinin dikkatini çekmektedir. Filmin başrolünde ise silahlar oynamaktadır. Trier sinemasının genel özelliği olan sorgulamada nesnel olarak silah üzerinden insan doğası ve şiddet kavramlarına yer verilmektedir.

 

Silahlar tek başına insanı şiddete yöneltebilecek bir araç mıdır, yoksa insanın şiddette olan meyyali içinde midir? Barış önceliğiyle kurulmuş bir grupta sadece materyalist bir aşkı temsil eden silah hangi gerekçeyle suç aracı haline gelebilir? Bir başka açıdan da şöyle bir soru karşımıza çıkabilir: “Silahlar içselleştirilen şiddet güdüsünü dışarı çıkarmaya mı yarar?”

 

Filmin yönetmeni filmi şu şekilde özetliyor:

 

“Bu filmin, klasik, insanı düşünmeye sevk eden bir dram olduğunu düşündüm önce. Sonra da, Batı dünyasının çoğunun kendini silahlara sahip olan barışçılar gibi gördüğünü de düşündüm. Bu film için çalışmalar başladığından bu yana, silah sevgisi hakkında rahatsız edici duygular ve düşünceler aklımdan çıkmıyor.”

 

Bu noktada asıl sorgulanması gereken silah şiddet ilişkisi midir, yoksa kendine güven eksikliği duyan bireylerin silahla tatmin olması mıdır? Hayatları boyunca bir yere gelememiş, ezik bir karakterle yetişmiş gençlerin taşıdıkları tabanca ile kendilerini güvende hissetmeleri ve güçlü görmeleri… İnsan doğasına dokunmadan yapamaz Trier, bu kez de güç kavramı üzerinden bir değerlendirme yaparken sistemle savaşan gençleri gösterirken temsili araç olarak silahı seçiyor. Yine Trier sinemasının olmazsa olmazı olan Amerikan kültürü eleştirisi filmde önemli bir yer kaplıyor. Her zamanki gibi filminin sonunda Amerikalı eleştirmenler tarafından sertçe eleştirilse de yine kendi bildiğinden ödün vermiyor usta senarist. Korku imparatorluğunun sonucunda insanlar canını korumak pahasına, inandıkları doğrudan bile ödün verebilirler. Film tüm bu yaşananlar, maruz bırakılan baskının ve toplumun etkisizleştirilmeye çalışılmasının bir sonucudur diye vurgular gizliden gizliye. Burada şunu da belirtmekte fayda var ki, filmin yine temel sorularından biri: “silahlı bir eylemin sonucunda barışın sağlanması mümkün müdür?” Sanırım bu sorunun kime ve ne amaçla sorulduğu üzerine fazla düşünmeye gerek yok!

 

Farklı ışık efektleri, mümkün olduğu mertebede az mekân kullanılması ve Trier filmlerinin olmazsa olmazlarından dış ses efektiyle ilginç bir sinema deneyimi sunuluyor seyircilere. Bir nesneye bağlanıp, tüm dünyayı onun üzerine kurma adına da güzel bir örnek sunuyor film aslında. Silah yalnızca öldürmeye yarayan bir araç değil, yeri geldiğinde aşk, yeri geldiğinde ise hayat felsefesidir filmde.

 

Amerikan roman yazarı Heinlein’in silahlı toplum ile ilgili sözüne** nazire gibi bir film oluvermiş Dear Wendy.

 

** “Silahlı bir toplum saygılı bir toplumdur. Eylemlerin bedelinin birinin hayatına mâl olma ihtimali olduğundan herkes tavırlarına dikkat eder.”

Sahiden silahlı toplum saygılı bir toplum mudur? Düşünülmeye değer…

 

 

 

Manderlay

 

Yönetmen: Lars Von Trier

 

Senarist: Lars Von Trier

 

Tarihi: 2005

 

Süre: 139 dakika

 

IMDB: 7,3

 

Kişisel puan: 4/5

 

Dogville’den ayrılan Grace, babasıyla birlikte yola çıkmıştır. Yaşadığı yerden uzun süre ayrı bulunmak yer altı dünyası için son derece vahim bir olaydır. Bu sebeple Grace’in babası adamlarıyla birlikte yeniden yükselebileceği bir yer arayışına girmiştir. Arabayı güneye sürerler ve tesadüf bu ya Manderlay adlı bir kasabada mola vermeye karar verirler. Bu mola esnasında Grace arabada otururken siyahî bir kadın arabaya yaklaşır ve yardım ister. Babasının yoğun ikazına rağmen dik başlı Grace bu siyahî kadını takip eder ve kasabaya gider. Grace, kasabaya vardığında karşılaştığı manzara dehşet vericidir. Bir beyaz, siyahî bir adama işkence yapmaktadır. Grace bu işe hemen bir son vermesini ister. O sırada Mam adında yaşlı bir kadın olayların şekil değiştirmesine sebep olur. Kasaba sakinleri kölelik sisteminin yetmiş yıl önce kalktığından habersizdir ve siyahî vatandaşlar beyazlara hizmet etmektedir. Bu süre zarfında kasabaya ulaşan Grace’in babası vakanın büyümesine engel olur. Grace bir süre sonra bu sistemin Mam tarafından yazılan anayasa kitabı baz alınarak yürütüldüğünü fark eder ve buradaki sistemi düzeltmek için buraya yerleşmek ister. Fakat bu defa Grace sorunuyla sonuna kadar baş başadır. Babası kalmayı tercih etmesi halinde onu kurtarmaya gelmeyeceğini söyler ve adamlarını bırakıp kasabayı terk eder.

 

Genellikle ahlâk kavramına odaklanarak insan doğasına atıfta bulunan mesajları tercih eden Trier, bu defa serinin adına uygun olacak şekilde daha dar kapsamlı bir konuya odaklanmış ve eleştiri oklarını direkt Amerika’ya yöneltmiştir. Köleliğin yıllar önce kalktığı bir dönemde, bir Amerika kasabasında yaşanan dramatik olaylar silsilesinin yine başkahramanı olacaktır merhametli Grace. Manderlay kasabasında bir sistem değişikliği gerekmektedir. Yıllarca beyazlar tarafından sürdürülen yozlaşmış, adaletten ırak sistem siyahları tahakküm altına almıştır. Dünyada olanlardan bihaber olan ahali, bu şekilde yaşamını sürdürmektedir. Oysaki Grace belki onlar için bir kurtarıcıdır.

 

Siyah beyaz ayrımı, kölelik sistemi ve ırkçılıktan çok daha ötede derdi var aslında yönetmenin. Daha önce defaatle karşılaştığımız ırkçılık filmlerinden değil asla! Hani şu başında siyahîlerin ezildiği, sonra yavaş yavaş mazlumlara zafer kazandırıp, insanları ekran karşısında mutlu eden basit Oscar’lık filmler…

 

Aksine çok farklı bir amaç güdüyor her zamanki gibi. Şöyle izah ediyor derdini:

 

“Grace’i, tüm dünyaya Amerikan yaşam tarzını kabul ettirmeye çalışan günümüz ABD’sine benzetmek çok kolay. Aynı zamanda Grace’in benim yarattığım bütün ana karakterler gibi olduğuna dikkat çekmek de yerinde olur. Grace herkes için hep en iyisini istiyor, ama her şey cehennemi bir hal alıyor. Irk politikaları göz önüne alındığında filmimin alışıldık normlar dışında algılanmasını bekliyorum. Eğer birilerini kışkırtıyorsam, bana göre hava hoş. Boş provokasyonlar pek işe yaramaz, ama bir kışkırtmayla bir sürü ağır tepki alırsan hedefi on ikiden vurdun demektir.”

 

Görüldüğü gibi, filmde söylemek istediklerini çok iyi şekilde özetlemiş usta yönetmen. Mesele toplumun yaşayış biçiminden ziyade dışarıdan gelen ve iyilik ile güzellik vaat eden Grace’in yaptırımları… Tartıştığı şey daha düz bir ifadeyle, doğruluğa bakış… Kimin doğrusu, neyin doğrusu? Öyle ya, aşina olduğumuz bir gerçek bu! Sadece Amerika diye kısıtlamak bile lüzumsuz. Gelişmemiş bir ülke toplumsal sorunlar ve anlaşmazlıklar yaşar. Ona demokrasi veya iyilik getirmek için büyük bir devlet sorumluluk alır. O sorumluluk alan yetki sahibinin vaat ettiği nedir, tam olarak sunduğu nedir? Dogville’de karşımıza çıkan kibir kavramı yine çıkar ortaya, hani şu Şeytan’ın en çok sevdiği günah…

 

Kasabaya gelen ve her şeyi düzeltmeye çalışan Grace… Neden? Öyle olması gerektiğini düşündüğünden… Serinin ilk filminde öz eleştiri yaptıran ve insan doğası üzerinden dersler veren Trier, ikinci filmiyle biraz daha sistemi eleştirip, toplumsal bir analiz yapmıştır. Üç saatlik ilk film sonrası gözlerin aşina olmasının da etkisiyle ikinci filmde yadırganmayan dekor da filmin yapısına ayak uydurunca tadından yenilmez bir Trier filmi daha ortaya çıkmış.

 

Artık gözler gelmek bilmeyen Wasington’un yollarında…

 

 

 

Direktøren for det hele

 

Yönetmen: Lars Von Trier

 

Senarist: Lars Von Trier

 

Tarihi: 2006

 

Süre: 99 dakika

 

IMDB: 6,6

 

Kişisel puan: 3/5

 

Bir teknoloji şirketinin sahibi olan Ravn, yıllarca kendisi için çalışan elemanlara sahip oldukları işin asıl patronunun başka birisi olduğunu söyleyerek onları kandırmıştır. Aslında çalışanları birçok nedenle kızdıran kararlar alırken, bu kararlardan hayali bir patronu sorumlu tutarak kendi çalışanları ile güzel bir ilişki kurmuştur. Bu ilişki devam ederken, bir gün şirketi elden çıkarmaya karar verir. Bu süreçte şirketi satın almayı isteyen yatırımcılar asıl patronla görüşmek ister, böylece bu sır çıkmaza girmiştir. Ravn, bu olayda çözüm için kendisi yerine rol yapması için bir oyuncu bulma yöntemine başvurur. Bu yöntem ilginç olduğu kadar risklidir de. Rolü gereği asıl patronu oynayacak olan Kristoffer kariyeri için bu göreve büyük önem verip patron karakterine bürünür. Fakat zaman orada çalışanların geleceğine dair belirsizlikleri açığa çıkardıkça, Kristoffer kendisini piyon olarak hissetmeye başlar ve işçilerin geleceği için kaygılanır. Ortada bir sahtekârlık vardır. Ve en önemlisi bu sahtekârlık Kristoffer aracılığıyla gerçekleşmektedir. Bundan sonra Ravn’ın kontrolü kaybetme riski ile Kristoffer’ın duyduğu vicdan azabı olaylara değişik bir yön çizecektir.

 

Trier’in ilk komedi girişimi olarak değerlendirilen, aynı zamanda ikinci Dogma filmi olan ‘Emret Patronum’ aslında tipik komedi filminden çok uzaklarda, biraz Danimarka İzlanda çekişmesine atıfta bulunan, kariyer sürecini irdeleyen iğneleyici bir kara mizah olarak adlandırılabilir. Hani Türkiye’de çokça esprisi yapılan, güldürürken düşündüren tarzda…

 

Zevk izafi bir olgudur. Bir filmi komik veya değil diye eleştirmek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Kimisi yaygın olarak kullanılan soğuk Amerikan esprisinden hoşlanırken, kimisi iğneleyici laflardan haz alır, hepsinden öte samimiyet duygusunu mizahta ilk sıraya yerleştirecek ciddi bir insan topluluğu da olduğu aşikârdır. Hâl böyle olunca, henüz tam olarak komedi filmi olduğu bile söylenemeyen “Emret Patronum için mizahı göz önüne alarak gereğinden fazla bir beklentiye girmek yalnızca hayal kırıklığına sebebiyet verir.

 

Bir Trier filmine başlamadan önce mutlaka yönetmen hakkında bilgi sahibi olmak gerekiyor, bu bir çeşit uyarıdır aslında. Trier tarz olarak ciddi anlamda zor bir yönetmen, ilk kez karşılaşan yani tarzına aşina olmayanlar için filmleri zulüm hâline gelebilir. Kısaca öylesine vakit geçirmek için seyredilmeye karar verilen filmler kategorisine girmez Trier’in filmleri. Genellikle ağır mesajları insanların suratına tokat atarcasına verir usta yönetmen. Kimisini mesajlar gerer, kimisini ise üslubu. Nitekim kendisi de itiraf eder sürekli, sinemayı bir eğlence aracı olarak görmez. Sonunda seyredenleri üzerinde düşünmeye, tartışmaya sevk edecek eserler sever. Kara mizah filmi de tam olarak böyledir. İzlanda ile olan çekişmelerinden, insan mizacının kariyere ve koltuğa olan sevdasına, patron işçi ilişkisinden, tüm bu düzenin işleyişine kadar birçok konuyu irdeler, seyirciyi allak bullak eder.

 

Her filmde olduğu gibi tüm mesele filmin içine girebilmektedir. Tabii bunda sadece filmin tesiri göz önüne alınmaz. Seyircinin psikolojisi, filmin içeriğinin seyredenle olan ilişkisi gibi birçok faktör buna tesir edebilir. Ama şu da bir gerçek ki, Trier filmlerinin ortak özelliklerinden bir tanesi filmin içerisine girmenin zorluğudur. O boğazda düğümlenme, ruh daralması hissinin kaynağı olabilir ‘Emret Patronum’. Doğru zamanda, doğru psikolojide seyredildiğinde ise ders alınabilecek bir sürü unsur vardır. Tüm mesele o doğru zamanı bulabilip filme katlanabilmekte…

 

Yoksa ne mi olur? Komedi filmi olur size dram…

 

 

 

Antichrist

 

Yönetmen: Lars Von Trier

 

Senarist: Lars Von Trier

 

Tarihi: 2009

 

Süre: 108 dakika

 

IMDB: 6,6

 

Kişisel puan: 4,5/5

 

“Sahici bir delilikle karşı karşıyayız. Mainstream korku filmlerindeki gibi yapmacık değil, Ken Russel’da, zaman zaman Hitchcock’ta gördüğümüz sahici bir delilikle…” Anne Thompson/Time

 

“Antichrist için, hiçbir özürüm yok. Tam tersine benim kariyerimin en önemli yapıtı olduğuna dair kesin bir inancım var.” Lars Von Trier

 

 

 

Cannes ödül töreninde küçümsenmeyecek kadar kalabalık bir grup tarafından yuhalanarak tepki gösterilen, Ekümenik Jürisi tarafından ‘Kadın düşmanı’ yaftası koyularak ahlaki değerlere aykırı bulunan, olayların ardından Trier’in kendisini dünyanın en büyük yönetmeni ilan ettiği skandallarla dolu bir trajedi Antichrist. Filmlerinde kasvet ve rahatsız edicilik unsurlarının tavan yaptığı bir yönetmenin psikolojisi bozukken çektiği (kendi itirafı) ruh daraltıcı, zorlayıcı ve hepsinden öte sert b

Türkiye'nin en kolay okunan haber, magazin sitesi mgdtv.com'da en güncel haberleri bulabilirsiniz.

Etiketler: Lars Von Trier Kopenhag yönetmen mgd haber güncel m041028

FACEBOOK

YORUMLAR

TOPLULUK

YORUMLAR (0)

Yorum yapabilmek için üye olmalı ve giriş yapmalısınız.

Üye Olun Giriş Yapın

Bu habere yorum yapan ilk siz olun!

Türkiye'nin en kolay okunan haber sitesi olarak siz okuyucularımıza daima güvenilir ve objektif yayıncılık anlayışımızla hizmet vermekteyiz.
En güncel ekonomi haberleri, borsa durumu, finans, en yeni spor, sanat ve tarafsız siyaset haberlerine günlük olarak ulaşabileceğiniz geniş bir platform. Sıkılmadan okuyabileceğiniz, renkli görselleri ile, detaylı ancak bir o kadarda kısa ve öz yazılan içerikleriyle haber magazin Mgd Tv hizmetinizde.